28 Haziran 2010 Pazartesi

Hoşçakal İstanbul!



Ben seni sevdim aslında, nasıl sevmem sen benim bu dünyaya merhaba dediğim, ilk gördüğüm, ilk kokladığım, dünyaya ilk dokunduğum şehirdin. Şehirlerin kraliçesi, sultanıydın. Senden uzak geçirdiğim yıllarda hep hayallerimi süsledin. Kocaman iki kıtanın birbirine sokulduğu, birbirine tatlı tatlı dokunduğu, birbiri içinde usulca eridiği en büyülü yerdin sen. Her şeye de sahiptin üstelik, binlerce yıllık yaşanmışlıklarla süslü tarih kokuluydu sokakların. Her uğradığımda gözlerimin içine bakan ve bir kıtadan bir kıtaya püfür püfür salındığım vapurlarda bana eşlik eden martıların vardı. Farklılıkların sıradanlaştığı caddelerin vardı kocaman. Herkese, her eğilime, her görünüşe, her akımın temsilcisine yetecek kadar da büyüktün sen. Her şarkıyı, her ritmi bilirdin, her dilde çalar söyler, her dinde dua ederdin. Herkese açıktı hep kolların, her hayale, her umuda, her çoşkuya, her koşana...



Ben seni öyle sevdimki kısa uğrayışlarımda gözlerim dolardı bir otobüs camında, bakarken üstünden geçip gittiğim boğazdan sana. Hatırlıyorum öyle bir geçip gitmedeydi kendime verdiğim söz, "bu şehir benim şehrim, ben burada yaşayacağım". Evet, ben tuttum kendime verdiğim sözü. Dile kolay tam yedi yıl sürüklendim peşinden. Sen en yabancılara bile bazen çok iyi davranırsın ki ben yabancı bile değildim, senin ellerine doğmuştum. Nedense bana iyi davranmadın, bana hiç iyi gelmedin, ya yaşlanmıştın, ya da zaman değiştirmişti seni. Umduğum gibi bulamadım seni; önce tarih kokun kayboldu egsoz dumanları arasında, sonra şarkıların sustu yerli yersiz sürekli çalan kornaların, bağırışıp çağırışan insan seslerinin arasında. Sonra da ben kaybettim kendimi metro iniş çıkışlarında, dört duvar aralarında. Artık ışıl ışıl yanan iki yakanı görünce gözlerim dolmuyordu kendi iki yakamı düşünmekten sıkış tıkış otobüs katlarında, en fazla herkes gibi benim de çatık kaşlı yüzüm yansıyordu boğaza. Boğazıma kadar trafiğe, taşa, işe gömülmüştüm. Seni görecek gözüm bile yoktu, ne eğlence çağrılarına yetecek enerjim, ne de kültürüne sanatına yetiştirecek zamanım ya da param da... Öylesine sırf yaşamak olsun diye yaşar olmuştum, işe gitmek için her gün katetiğim tükürüklerle işaretlenmiş aynı sokaklarında. Ben seni öyle sevmemiştim ki. Sen bana katlanacaktın, ben sana değil. Belki ben de bencildim ama sen benden de bencil çıktın iki bencil, iki telaşlı ruh yapamadık birlikte. Sonra kolayca bırakmadın da beni. Öylece toplayıp birkaç parça eşyamı bavuluma istediğim zaman çekip gitmeme de izin vermedin. Boğazıma kadar saplanmıştım sanki senin boğazına. Neyseki ben de pes etmedim. Hala daha beni kaçtığım bu uzaklıklardan çekip alıverceğin korkum vardı. Bu sabah uyandım akdenizin taze havasına ve nedense bu sabah inandım seninle işimizin gerçekten bittiğine.
Yine görüşelim ama, birbirimize sadece güzel yüzlerimizi göstereceğimiz kadar olsun görüşme sürelerimiz artık. Her şeye rağmen seninle çok şeyler paylaştık, bana çok güzel armağanların da oldu, yeri hiç dolmayacak dostluklar, hayata bakışımı, duruşumu kökünden değiştiren insanlar, deneyimler ve hayatımı paylaştığım kişi, ha bir de artık özgürce uçabileceğim... tüm bunları sana borçluyum evet. Bu borçlarımın karşılığında sana yıllar yılı senden aldıklarımla ördüğüm kozamı bırakıyorum, süsler püsler başkasına satarsın. Hakkını helal et, hoşçakal İstanbul!



Ha bir de seni seven çok dostum var orada, onlara iyi davran emi:))

Ve...

Haziran ayının sonu geldi. Antalya'dayım, her şeye, herkese, hatta en başta kendime rağmen en sonunda özgürlüğüme, denizime, güneşime, güneyime kavuştum. Mutluyum. Haziranın sonu geldi ve burada herkes biraz şaşkın "ilk kez bu tarihte havalar böyle" diyor. Havalar çok güzel, dün sağnak yağmur vardı, üşüdüm biraz. Penceremden yağmuru seyrettim, ıslak toprak kokusunu içime çektim. Çok değil bir ay öncesine kadar her günümü, saatlerimi yıllarca çaresizce karşısında geçirdiğim başka bir pencereyi hatırladım, masamda bana günboyu eşlik eden,büyüleyici rengiyle o karışıklıkta içimi aydınlatan, komşu menekşeyi kıskançlığından yıl boyunca durmadan çiçek açan menekşemi de hatırladım, biraz buruk gülümsedim. Taş yığınlarının arasından akan metal yığınlarının süslediği puslu Boğaz Köprüsü manzarama, o manzarada hiç durmadan yeni taşlar ören dev vinçlere son kez veda ettim. Evet sonunda bu gün kurtuldum ben galiba:))