10 Kasım 2010 Çarşamba

Hoşgeldin Hakan Rüzgar



Hoşgelmiş benim canım oğlum, Rüzgarım, bebeğim. Gelmiş de büyümüş bile. Artık Kırkımız doluyor, lohusalık dönemim bitiyor. Şöyle bir düşününce 40 gün değil de sanki 40 hafta gibi dolu dolu geçti. Her şey yeni, her şey farklı, her şey rüya gibiydi; hayatımın en inanılmaz, en muhteşem, en mutlu, en hüzünlü, en kaygılı, en değişik, en heyecanlı, en en bi’ 40 günü geride kaldı.

Anne oldum. Kendime; bu dönemde bana gelen enerjiye hala hayret ediyorum, uykum ağır, uyanamam diyordum, bebeğimin nefes alışı değişsin uyanıveriyorum. Doğumdan sonraki ilk üç-dört gün, neredeyse hiç uyumadım, yatıp dinlenmedim, öyle bir enerjiyle, güçle doluydum ki, uyumak zaman kaybı gibi geliyordu. Öyle güzel duygular, öyle değişik heyecanlar yaşıyordum ki uyuyarak yeni anneliğimin, bebeğimin tek bir anını bile kaçırmak istemiyordum. Sürekli ona bakmak, ona dokunmak, uyurken onu izlemek istiyordum, ya da hiçbir şey olmasa durup hastanede onunla ilk karşılaştığım, onu ilk kucağıma aldığım zamanları düşünüyordum, kafamda tekrar tekrar yaşadım o her anı. O hastanede geçen hayatım boyunca hep hatırlamak istediğim, muhteşem anları, rüya gibi, hayal gibiydi, gerçek üstüydü her şey, o yarım saatlik operasyon sırasında uyutulan ben başkası olmuş uyanmıştım sanki. Her ne kadar doğumum istediğim şekilde, planladığımız gibi olmasa da, her şey tahminlerden hızlı ve farklı gelişmiş olsa da, sonucu muhteşemdi.

Unutmamak için yazmalıyım her şeyi. Hiçbir anı, hiçbir detayı hiçbir zaman unutmak istemiyorum. Hamileliğimin ikinci üç ayı hep söyledikleri gibi çok güzel ve sorunsuz geçiyordu. Kolay doğum yapabilmek için araştırmalarım sonucu, bol bol yürüyerek, yüzerek, gezerek geçiriyordum günlerimi, bol bol temiz hava, temiz deniz vardı hayatımda. Normal doğum için her şey olması gerektiği gibi ilerliyordu, kesinlikle normal doğum istiyordum, her şeyin normal olmasını diliyordum, öyle de inanıyordum ki buna, kendime, bedenime öyle güveniyordum ki, alternatif bir gelişmeyi aklıma bile getirmiyordum. 9 ay 10 günün sonunda normal doğumla anne olacaktımJ Hatta enfeksiyon dolasıyla ve bebeğin erken aşağıya inmesi (ki doktor normaldir demişti) sebebiyle doktorumun tedbir olarak artık sadece dinlen demesine rağmen hala bir ayım var diye bebeğimin eşyalarını bile hazırlamamıştım, sırf o ihtimale kendimi kapatmak için belki de.

Ve o gün... Gayet keyifliydim, her şey normal gidiyordu çünkü, bol bol dinleniyordum, bebeğim hareketliydi, hayatımın en sağlıklı zamanlarını yaşıyordum, haftada bir iki kez balık, bol bol da babamın cevizlerinden yiyordum. Karnımda kasılmalar hissediyordum ama o da normaldi, ağrısızdı Brakston Hicks kasılmaları deniyordu araştırmış, her şeyi öğrenmiştim, içimi rahat tutuyordum. Evet o gün, 1 Ekim, rutin doktor kontrolümüz vardı. Evden çıkarken Uğur’a, dönüşte biraz alışveriş yapalım dedim, eksikleri tamamlayalım yavaş yavaş artık dedim. Ultrasona girdim, her şey hala normaldi, doktor kasılmaları sordu, normal dedim, ben bebeğin pozisyonunu sordum normal dedi, o an bile her şey normaldi, doğum normal mi diye sordum, doktor bakalım dedi ve işte o andan sonra her şey anormal bir şekilde değişmeye başladı. Doktor doğumun başlamış olduğunu ve normal doğum yapmamın mümkün olmadığını söyledi, kasılmalar doğum sancılarıymış, dediğim gibi ben sancı hissetmiyordum, ya acı eşiğim çok yüksekti, ya da bebek doktorun dediği gibi daha fazla aşağı inemiyordu. “Hemen sezeryan” dedi. HEMEN SEZERYAN, kelimeler beynimde anlamsızlaşıyordu, büyük bir hayal kırıklığı içindeydim, gözlerim yanıyordu, ağlamamak için direnmem de boşunaydı. Kafamdan binlerce soru ve sorun aynı anda geçiş töreni yapmaya başladı, ben hazır değilim, daha 1 ay vardı, bebek de hazır değildir, annem de hazır değil, eşyalar hazır değil, yarın bir bebeğim mi olacak, bir anda, olamaaaz... “Hemen olmaz” dedim doktora, ben iyiyim dedim, bir gün daha bekleyemez miyiz, şu anda bu pazarlık çok komik geliyor, doğum başlamıştı ve ben doktordan hazırlanmak için bir gün daha istiyordum; “ bebeğin eşyalarını yıkamadım, annem gelmedi, hemen olmak zorunda mı?” diye üsteledim, işin bence daha da komik tarafı doktorum da kabul etti, peki dedi, yarın sabaha ameliyat tarihi veriyorum dedi, bu geceyi geçirebilirsen diye de ekledi. 15 dakika gibi düzenli sürelerle gelen rahim kasılmalarım vardı ve ben ertesi sabah hazırlanıp gelmek üzere, normalde doğuma gidiyor olmam gereken bir durumda eve doğru gidiyordum. Büyük bir şok, stres, hayalkırıklığı, korku ve üzüntü içinde allakbullak bir haldeydim. Uğur beni rahatlatmaya çalışıyordu, her zamanki gibi başarıyordu da gerçi, ama korkumu yensem de üzüntümü yenemiyordum. Doğumun erken olmasından çok sezeryan olmasına üzülüyordum. Bu en beklemediğim haberdi. Bütün rollerden sıyrılıp anne olma aşamasına geçişin en doğal, en olması gerektiği şekilde olmasını istiyordum, bütün o anlatılan acıları her anını gerçek bir farkındalıkla yaşayacaktım, doğanın yoluydu bu, bütün hormonları olması gerektiği zamanda harekete geçiren, anneyi de bebeği de hazırlayan, büyüleyici bir süreçti. “uyuyup uyanıp” hiç bir şey hissetmeden nasıl anne olunurdu ki? Hem 8 kat karnın kesildikten sonra, nasıl bebeğinle ilgilenebilirdin ki, beyninde o uyuşturucunun etkisiyle yaşaman gereken duyguları nasıl yaşayabilirdin? Ama işte şimdi benim tercihimin, isteğimin hiçbir önemi yoktu, şu artık bana şehir efsanesi gibi gelen “çatı darlığı” hikayesi bir anda benim gerçeğim oldu.

O gece evde geçen zamanı da asla unutamayacağım: Bir elimde saat, bir elimde defter kalem kasılmaların arasında geçen süreyi tutuyorum, dakikalar gün gibi geçiyor, bir yandan da hamilelik kitaplarımdan doğum ve kasılma bilgilerini okuyorum. hala kasılmaların düzensiz olduğunu ispatlayıp, doktorun yanılmış olması umuduyla aralıkları gittikçe sıklaşan ve gayet düzenli gelen kasılmalarla yüzleşirken stresim ve korkum artıyor. Kitaplardaki gibi olmuyor hiçbir şey, su gelmedi, nişan gelmedi, acım, ağrım yok ama doğurmak üzereyim. Bebeğimi etkilemesin diye stres yapmamak için kendimi zorlamam da nafile, kafamı dağıtmak için tutkunu olduğum Dr. House’u izlemem de bir şeyi değiştirmiyor. Doldurduğum defterdeki süreler kısalıyor, kasılmalar 5 dakikaya kadar indi. Bebeğin yıkadığımız kıyafetleri nemden bir türlü kurumuyor. Telefonum da susmuyor; annem ve görümcelerim takip ve destekteler. Sağ salim sabah olacak mı diye düşünüyorum, gece 1 gibi nihayet bebek kıyafetlerini ütü faslına geçiyoruz, unutulmayacak anlar. Doğum çantası eksiklikler olsa da hazırlanıyor. O sırada en büyük destekçim, 2 yaşındaki bebeğiyle, hemen uçağa atlayan İlknur’un (Uğur’un ablası) gelmesiyle biraz rahatlıyorum, “gidin hastanede bekleyin sabahı” diyor. Daha da rahatlıyorum bu fikirle. Uğur’la hastaneye gidiyoruz, saat 2 civarı, niyetim geceyi ebelerin profesyonel desteğiyle güvende geçirerek, o anda yolda olan annemin de gelmesiyle, sabah doktorla kararlaştırdığımız şekilde ameliyata girmek. Hala bir ay var diye beklerken, ertesi gün bir anda anne olacağım fikrine alışmaya çalışıyorum. Ebe beni muayene ediyor ve ikinci bombayı patlatıyor “açılma 4 cm, sabahı beklersen bebek sıkışıp riske girebilir, sezeryan da zor olur. Şimdi bir doğumdan çıktık, bütün ekip hazır, hemen ameliyata alalım seni” diyor. Şok üstüne şok, Rüzgar’ın sabahı bile beklemeye niyeti yok. Ama nedense ben hala şansımı zorlamaya çalışıyorum, “annem gelicekti, doktorumu beklesem, bla bla...” ne kadar geciktirirsem o kadar kar sanıyordum herhalde, o anki psikolojimi çözemiyorum, belki heyecandan, korkudan saçmalıyordum. Allah’a binlerce şükürler olsun ki yanımdaki Uğur’du. Onun sakinliği ve her şeye rağmen anı yaşayabilme yeteneği, rahatlığı, bana ve olaylara yaklaşımı yine beni rahatlatıyor, güven veriyor. 2 Ekim geceyarısı 3 civarı yeşil ameliyat önlüğünü giyiyorum, ebenin pozitif enerjisiyle, bir anda bütün stresimden sıyrılıp kucağımda bebek kıyafetleri, çiş torbam ve dosyam tekerlekli sandalye üzerinde, içimde hala burukluk olsa da gülümseyerek anne olmaya gidiyorum. Ameliyathanenin soğukluğuna inat sıcak insanlardan oluşan bir ekip karşılıyor beni gecenin o saatinde. Doğru doğum doktorumu bulmak için o kadar araştırmanın, deneme yanılmanın ardından, beni anne yapacak doktorla, ameliyat masasına uzandığımda tanışıyorum, diğerlerinin hepsinden daha çok güven veriyor bana. Korkudan mı, soğuktan mı titrediğimi anlayamıyorum, birisi elimi tutuyor, narkozcu derin derin nefes al diyor, derin bir iki nefes alırken son gördüğüm şey, tam üzerimdeki devasa spot lambasına yansıyan kocaman karnım oluyor, sarı renkli soğuk antiseptik sıvıyla birisi tüm karnımı sarıya boyarken her şey kararıyor.

Büyük bir acıyla kendime geliyorum, daha doğrusu gelmeye çalışıyorum. Sedyedeyim ve Uğur’un beklediği odamıza getiriliyorum. Her şey sisli puslu bu noktadan itibaren.

O hastanede geçirdiğim iki gün çok gerçeküstü görünüyor şimdi. Belki psikolojik, hormonel, belki de aldığım ağrı kesici ilaçların etkisiyle büyük bir coşku içindeydim sürekli. Ayılmaya çalışırken, “bebeğim nasıl, oğlum iyi mi, nerde” diye sayıklıyormuşum, hatırlamıyorum. Kendime geldiğimde ise gördüğüm ilk şey, yatağımın yanındaki bebek yatağında yatmış, sakin sakin beni izleyen, hayatımda gördüğüm en bilgece bakan, en huzur veren iki gözdü, Rüzgardı. Onunla gözgöze geldiğim anda sezeryan da olsam, acım da olsa, uyuşmuş da olsam içimdeki bir boşluğun sımsıcak dolduğunu farkettim. Artık her şey çok farklı olacaktı. O ilk bakış yenidoğmuş bir bebeğin kör bakışları değil, görmüş geçirmiş bir ihtiyarın her şeyi bilen bakışlarıydı sanki. Belki de o an her şeyin bilgisine sahipti, sonradan unutmak üzere:)) bana öyle geldi. Bebekler ilk zamanlar göremez falan diyorlar ama o an Rüzgar direk gözlerimin içine öyle dolu bakarken buna inanmak çok zor. O bakışın fotoğrafı bile var. (10 dakikalık Rüzgar)



Evlilik hayatı insanı değiştirir derlerdi, bundan çok korkmuştum evlenirken, ama çok şükür evlilik hayatı beni pek değiştirmedi. Sanırım annelik değiştirecek. Eskiden konuşmak kolaydı; evhamlı, kontrolcü bir anne olmayacağım derdim. Bu 40 günde evhamlılık konusunda sınıfta kaldım sanırım, her şeyi kafama takar oldum, en küçük bir sivilceyi bile büyütüp sorun ediyorum, korkuyorum, elimde değil, o kadar minik ve savunmasız ki... Ve onu o kadar çok seviyorum ki...