6 Temmuz 2010 Salı

Adalya, Atalya, Talya, Alya, Antalya-1



"İnsan inandığı şeyler uğruna muhteşem hatalar yapar"mış bu söz son zamanlarda sık sık karşıma çıkar olmuştu. sözü açıklamaya gerek yok da, insanı istediği şey için karar verme işkencesinden biraz da olsa kurtarıyor sanki. Antalya'ya gelmeye karar vermek benim için, bir harita açıp, gözümü kapatıp parmağımın gösterdiği yere her şeyi göze alıp gitmekten pek de farklı değildi alınan risk açısından. Hele de en riske atılabilecek gibi duran sadece kendime karşı sorumlu olduğum onca zamanı değerlendirmeyip, gün be gün içimde büyümekte olan başka bir dünyanın sorumluluğunun da eklendiği bu dönemde...



Çocukluğumu saymazsak şehir olarak Antalya'nın merkezine 3 sene önce sadece bir kez gelmiştim ve Ağustos sıcağında gündüz evde uyuklayıp, gece konyaltı parklarını görebilmiştim. Antalya isminin büyüleyiciliği benim için, Kaş'tan, Kalkan'dan, Kemer'den, Side'den, Alanya'dan gelirdi. Okulda dalış yaptığım zamanlarda kış yaz demeden yılda defalarca buralara gelirdik. İzmit'ten cuma akşamı çıktığımız yolculuğumuz sabah güneşin ilk ışıklarıyla toroslara ulaşırdı. o zamanlarda içim kıpır kıpır gözlerimi bir an olsun kırpmadan tamamlardım yolculuğumun bu kısmını. Antalya tabelasını görür görmez bir mutluluk sarardı içimi dışımı, tuhaf bir huzur, anlaşılmaz anlatılmaz bir duygu yoğunluğu... Babam pek karışmadan Türkmen yörüklerinden geldiğimizi söylüyor. Yürüyüp, yürüyüp dağlarda, yaylalarda yerimizde durmazdık herhalde, belki de DNA'm tanıyordu bu dağları, belki de Toroslarda yürüyordu bir zamanlar büyük büyük büyük babalarımız, annelerimiz, gidip Balıkesir'in bir köyüne yerleşmeden çok önceleri. İşte bu bölgeye olan anlayamadığım, anlatamadığım tutkumu böyle bir fikirle anlamlandırmaya çalışıyorum bazen. Nedense bu düşünceme de inanıyorum canıgönülden. Damarlarıma kadar işlemiş olan göçebeliği, gezme tutkusunu sadece doğduğumdan beri bir kaç yılda bir şehir değiştirmek zorunda kaldığımız babamın mesleğine yüklemek beni çok da tatmin etmiyordu zaten.



Şimdiki durağım Antalya, belli mi olur belki ben de burayı seçerim yerleşik hayata geçmek için. Aslında henüz geleli bir ay oldu ve kesin yargılara varmak için çok erken. hele de burada yaşamış, yaşamamış herkesin sıcak ve nem uyarılarını henüz yaşamamışken. Sadece ilk izlenimlerimi anlatabilirim. Antalya'ya gelmeyi düşündüğümü söylediğimde çevremdeki kimse burası için duymak istediğim gibi güzel, motive edici şeyler söylemedi. Söylenen tek şey yazın dayanılmaz bir nem ve sıcaklık olduğu. Geldiğimden beri de ne zaman "Bugün sıcak oldu!" desem herkes kocaman sadist bir gülümsemeyle "daha bu ne ki... sen daha duur!... bunlar iyi zamanlar..." gibi sözler söylüyorlar. Tabi gözüm korkmadı değil, ama burda burayı hiç de sevmeyen o kadar insan gördüm, onlar sevmeden katlanıyorsa, ben de katlanırım. Evet ben sevdim Antalya'yı. Hem ben sıcağı da severim, denizi de, güneşi de... Sevmeyenler sıcak diyor, hiçbir şey yok(!?) diyor, her yer Rus diyor (doğru ama onlar da burayı seviyorsa kime ne ki! Alan razı veren razı:)...



Burasıyla ilgili bana ilk tuhaf gelen insanların iletişimsizlikleri. Bir bakkala girip selam verdiğinde adam selam vermek yerine tip tip yüzüne bakıyor, nereden tanışıyorduk acaba diye. Arabayla yayalara yol versen inanmıyor, hatta bir süre durup ne yaptığını anlamaya çalışır gibi sana bakıyorlar, geçmesi için yol verdiğini idrak ettiklerinde de ya durumun şokundan ya da buraya özgü tuhaflıklarından bir teşekkür etmeden, aheste aheste geçiyorlar karşıya. Trafikten bahsetmişken insanın inanasının gelmediği başka bir sosyal alışkanlık, trafikte en sağdaki araba aniden sola dönüyor, en soldaki sağa. Sanki ortak ehliyet aldıkları yer hepsine "eğer sağa döneceksiniz yolun soluna yanaşın ve tam dönüş anı geldiğinde sağa sinyal verip dönün" diye anlatmış kuralları. benim Trafik fobim olduğundan İstanbul'da araba kullanmak istemiyordum, Antalya'da kullanırım diyordum, burada beni bu konuda uyardıklarında çok güldüm, bana komik geldi, açıkçası inanmadım da, bir kişi iki ikişi bunu yapar neden çoğunluk böyle yapsındı ki, tesadüf aynı kişinin başına gelmiştir bir kaç kere, genellemiştir diye düşündüm önce, sonra bir kaç farklı kişiden duyunca şaşırdım. En sonunda da kırmızı ışıkta beklerken sağımdaki arabanın sola sinyal verdiğini, solda duranın sağa sinyal verdiğini bizzat görünce bu tuhaf sosyal yanlışa inandım. Bir de trafikteki araçların çoğu sanki nereye gideceğine henüz karar verememiş gibi yolda kararsız kararsız yalpalıyor, aniden fikir değiştiriyor, yolun ortasında duruyor, geri bile gidiyor. Sıcaktan mı acaba:)İstanbul ile karşılaştırınca yollar, caddeler geniş geniş, trafik yok, araba yok rahatlıktan mı acaba.



Henüz burayı İstanbulla karşılaştırarak değerlendirebilme huyumu bırakamadım. Mesela bana göre burada uzak diye bir yer yok, şimdilik. Şehir merkezinden insanlarla konuşurken "Lara'dan ev tuttuk" diyoruz tepkileri "ooo çok uzakmış oluyor" gülüyorum. 10-15 dakika sürüyor yol. Buradaki en uzak mesafe 15 dakika. Ama benim için henüz bu mesefaler çok yakın, yıllarca sabah akşam Küçükyalı'dan Levente gidip geldikten sonra, en yakın yere 20 dakikadan önce ulaşamadığım ya da 10 dakikalık yolda 2 saat geçirdiğim zamanlardan sonra, daha ucuz kira vermek için günün 4 saatini trafikte geçirmeye razı olanların şehrinden geldikten sonra şimdi evim trafiğin en yoğun olduğu zamanda şehir merkezine 10 dakika uzakta, uzaksa da ne mutlu bana:)



Evet Antalya'yı sevdim ben, olumsuz şeyler düşünmek istemiyorum. Akşam palmiyelerle süslü caddelerinde, deniz kenarındaki parklarında temiz havada yürüyüş yaparken insan anı yaşamaktan ve ne kadar şanslı olduğundan başka bir şey düşünemiyor zaten.




Bu arada dikkatimi çeken başka bir tuhaflık Antalya isim olarak Adalaya, Atalya, Talya gibi evrimlerden geçerek Antalya olmuş. İnsanlar da bunu güzel değerlendirmişler ticarethanelerinin yaratıcılığında. O yüzden yol boyunca bir çok tabelada bol bol bu isimlere rastlanıyor. Adalya teknoloji'den Adalya Kebapçısına, Talya Marketten, Talya Otel'e kadar. Fonotik olarak benim hoşuma gidiyor zaten, çok şirin bu yumuşak akıcı La'larıyla, ya'larıyla kulağa her devir neşeli gelmiş olan Antalya...

5 Temmuz 2010 Pazartesi

Cennette Tanrılarla...



Gözlerimin gerçek deniz mavisini bu kadar özlediğini farketmemiştim. Antalya'dan Olympos'a yol boyunca masmavi denizin görünebilen her bir damlasını gözlerimle içmek için başımı bir an olsun sağa bile çeviremedim. Antalya'yı dev kale duvarları gibi kuşatan, sadece bakmakla bile ululuklarıyla insanın içine derin ürpertiler yayan Toros dağlarının manzara ziyafetini dönüşe sakladım. kıyıya paralel uzan bu kocaman devlere bakıp kendini öyle küçük ve aciz hissederken insanların bir zamanlar tanrıların dağlarda yaşadıklarını düşünmelerine hak vermemek elde değil. Neyse yol boyunca yemyeşil çamların, makilerin arasından mavi bana ara ara göz kırptı ben de o mavi koyların hiçbir anını kaçırmadım.



yemyeşil ağaçların arasından kıvrıla kıvrıla inen 8 km'lik yolun sonlarına doğru narenciye bahçelerinin arasında sıra sıra dizilmiş pansiyonların, motellerin bizi karşılamasıyla denize yaklaştığımızı anladık ve bir süre sonra yıllardır hep duyduğum ama bir türlü gelmeye fırsat bulamadığım Olympos plajına ulaştık.



Buralarda insan gökyüzünün mü rengini denizden aldığını, denizin mi rengini gökyüzünden çaldığını karıştırır. Bu mavi ne şanslıdır ki hep en güzel manzaralarda en güzel yerleri hep kapmış. tabi buralardaki mavilerin böyle özel olmasında yeşilin cilveli bir sevgilği gibi kollarını açıp onu kocaman sarmasındaki etkisini görmezlikten gelemeyiz.



işte insan bu kutsi kucaklaşmanın, bu büyüleyici dansın tam ortasında bulunca kendini yaşadığını hissediyor bence. Yaşamak nefes alıp vermele sürüyorsa, nefes tam da bu koylarda alınır doyasıya, hem dee hiç geri vermemesiye. binlerce yıl boyunca dalgaların el emeği, göz nuru işlediği rengarenk yumuşacık taşların süslediği plajda uzanmış, renginde kaybolmuş denize, tanrıların en yüksek yamaçlarında kurulmuş bizi izlediğini düşlediğim dağlara bakarken Tanrıya, tanrılara, bu güzellikleri yaratan ve de benim bunları görmemi sağlayan büyük güce binlerce kez şükrettim. sonra kalktım kendimi ipek gibi saran, masmavi serinleten denizin kucağına attım ve sırtüstü yatıp, gözlerimi kapatıp, tüm evrenle, tüm kainatla, herkesle ve her şeyle bir olduğumu gerçekten hissettim. Tüm hücrelerimle çözüldüm, açıldım denize yayıldım su oldum,her nefesle hafifledim, gökyüzüne karıştım hava oldum. bir süre öylece kaldım, hiçbir şey düşünmeden, yorumlamadan, hissetmeden, göremeden öyleyece yattım.



Gezi Planımızda sırada görülecek Adrasan vardı. Olympos'tan sonra adını duyurmaya başlamış başka bir güzellik, başka bir gizli cennet. Daha bir yeşil, daha bir mavi değil ama daha az keşfedilmiş, daha sessiz sakin.



Canım kafa dengim kardeşimle geceyi burada bir pansiyonda geçirmeye karar verdik. güneş dağların arasından son kızıl ışıklarını da alıp çekip gidinceye kadar denizin keyfini çıkardık, rüzgar da bize eşlik etti bu saatlerde. tüm anlatılanlardan ve uyarılardan sonra haziran sonunda Antalya'da üşüdüğüm için sevindim. Güneş dünyanın bambaşka bir yerlerini aydınlatmak için gidip de hava iyice karardığında bambaşka bir güzellik gecemizi renklendirdi. Ufuğa baktığımızda sanki denizin içinden çıkıyormuş gibi kendini yavaş yavaş gösteren kıpkırmızı aydan gözlerimizi alamadık.





Eskiden böyle bir ortamda sahilde ateş yakan gençlerin içinde olurdum, şimdi şezlongta uzanmış, onların eğlencesini manzaramın ve dinlencemin bir parçası yapmış, karanlık denizde sessizce yakamozun ışık oyunlarını seyreden huzurlu kişi olmuştum. İkisi de yerine ve zamanına göre güzel tabi.



Ertesi gün antik kentleri gezmeyle devam edecek olan haftasonu sabahımıza dinlenmiş ve zinde başlamak için, kardeşimle yakomoz sahil keyifmizi çok uzatmadık ve fazla aramadan buluverdiğimiz çok tatlı bungalovumuzun yolunu tuttuk.





Her şey o kadar güzel giderken sabah gözlerimi biraz endişeli açtım. bu cennetler aklımı dünyevi işlerden okadar uzaklaştırmış ki, ertelememin imkanı olmayan bir doktor randevumun ertesi gün değil o gün olduğunu idrak ettim. Planlarımızı başka bir zamana erteleyip kısa ve serin bir deniz keyfinin ardından apar topar Antalya'ya dönüş yoluna düştük. hevesimiz kursağımızda kalsa da hala neşeliydim. Bir buçuk saatlik yolun ardından Antalya görününce mavi ve yeşillerin arasında içimi tatlı bir mutluluk kapladı.

Tatildeyim desem? değilim! Aslında bu yollar hep benim tatilimdi, sonu gelmeyecek gibi süren iş ve okul aralarında kaçıp sığındığım, dinlenip eğlendiğim, her zaman da özlediğim kasabaların, şehirlerin yollarıydı. Ama şimdi durum farklı burası artık benim yaşadığım şehir oldu. görünüşe göre uzunca bir süre de çalışamayacağım için şuanda tatildeyim denilmez.



Sanırım hayatım bu oldu artık benim, tatil şehrindeyim...