18 Aralık 2010 Cumartesi

en sevdiğim bakılarım...

Dediğim gibi ne takı takmayı çok bilirim ne de öyle takıp takıştırılacak bir yerlere gidiyorum. Arada evde ya da bahçeye dolaşmaya çıkarken aklıma gelince takıyorum ama sık sık elimdeler. Alıp dokunuyorum, takıp bakıyorum, en sevdiklerimi sıraladığım mantar panoya her gözüm takıldığında takılarıma bakıp gülümsüyorum. Beni gülümsetiyorlar, mutlu ediyorlar. Tatlı canın çektiğinde bir kaşık nutellayı iştahla yerken hissettiğin gibi bir keyif veriyorlar bana. Tuhaf ama gerçek...
Kısacası şu sıralar doğal taşlardan yaptığım takılarıma takmış, takılmış durumdayım. Ben onları takmasam da onlar beni takıyorlar sanki:))

Hepsinin yeri ayrı, enerjisi ayrı tabi. İnsanın burcuna, moduna, ihtiyaçlarına, bulunduğu yere, bazen günün zamanına göre bile değişiyor taşların seni etkilemesi. Geçen sene bir tek kuvars kristalim vardı yanımdan ayırmadığım, şimdilerde faseta kesimli rutil kuvars taşlardan oluşan bileklik favorim.


Kuvarz hemen hemen tüm burçlar için kullanılabiliyor. Enerjisi çok güçlü olan bu kristal tüm taşları dengeleyerek enerjilerini de artırıyor. İnsan vücudunda bir çok organı pozitif yönde etkilediği söyleniyor ve kişiye sakinlik veriyor. Ruhsal olarak aydınlanma ve açık görüşlülük sağlıyor.

Ve daha düne kadar bırakın sevmeyi, görmeye bile tahammül edemediğim bir taş vardı, sırf eksik kalmasın diye bir kaç tane almıştım; kaplangözü. Şimdi bayılıyorum o taşa. Peki ne değişti, oo ooo o neler değişmedi ki, zaman değişti, mekan değişti, ben değiştim. Şimdi bu taş beni büyülüyor. Özellikle de biraz neşeye ihtiyaç duyduğum anlarda, kaplangözü ve dumanlı kuvars kombinasyonundan oluşan bu bileklik elimden düşmüyor.

kışlarım ve taşlarım...

Antalya'dan herkese selamlar...

Kış geldi evet en sonunda Antalya'ya da kış geldi, hem de tam benim sevdiğim gibi. Dün çılgın bir fırtına vardı, ağaçlar devrildi, çatılar uçtu, su boruları patladı, deniz deli dalgalarla kabararak kıyılardan alabildiğine içlere sokuldu. Fırtınaya sağnak yağmur eşlik etti var gücüyle, elele yıkadılar tüm şehri baştan aşağıya. Sıcaklardan henüz kış için yapraklarını dökememişti bile ağaçlar, bu şiddetli ikili kalanları aldı savurdu dört bir yana, yolları, kaldırımları, caddeleri, balkonları, tüm şehri süsledi güz rengini taşıyan yapraklarla. O fırtınada kabaran dalgaları izlemek, havada ıslıklar çalarak uğuldayan fırtınayı dinlemek beni oldum olası büyülemiştir; doğanın gücünü, insanın minicikliğini gösterek teslim olma duygusunu yaşaıyor yani tanrıyı hissetiriyor bana.




Evet kış gelince bunları çok severim de Antalya'da asıl sevdiğim nokta dün hiç öyle şeyler olmamış gibi bugün güneş pırıl pırıl, masmavi gökyüzünde pamuk pamuk bulutlar yüzüyor. Dün denizle, rüzgarla birlikte kabaran duygularım, bugün güneşle parıldıyor.



Rüzgar hızla büyümeye devam ediyor, her gün değişiyor, şimdilerde gülmeye başladı kahkahalar atıyor artık. onunla yağmur, fırtına demeden haftada bir kaç gün dışarıya çıkıyoruz; deniz havası alıyoruz, alışverişe gidiyoruz. Çok uslu hiç üzmüyor bizi. ya acıkınca ağlıyor ya da son günlerde emmeyi çok sevdiği elleri çok küçük olduğundan iyi kesemediğim tırnakları yüzünü, ağzını, burnunu çizince:)

Evde olduğumuz zamanlarda sadece annelik yapmıyorum. Bugünlerde kendimi taşlara,takılara verdim. Uzunca bir süre önce merak saldığım ama bir türlü gereken zamanı bulup da istediğim gibi ilgilenemediğim bu hobime dönüş yaptım. Rüzgar uyurken fırsat bulduğum her an taşlarımla takılar yapıyorum. Takıp takıştırmayı, sürüp yakıştırmayı bilen bir tip olmadığımı beni tanıyan herkes çok iyi biliyor. Takmasını sevmesem de bu yaptığım takılara bakmasını çok seviyorum. Benim için takıdan çok bakı oldular. Her bir taşın enerjisini hissederek, diğer taşlarla birleşince nasıl enerjiler yaydıklarını, hangi takının hangi duyumu etkilediğini büyük bir farkındalıkla izliyorum. onları yaparken aldığım zevkten midir, takmadığımdan sırf dokunamyım bol bol diye midir, sürekli bozup bozup baştan yapıyorum. bu duruma biraz da tükenen taş boncuk ve takı malzemeleri stoklarım sebep oluyor. Eskiden iki adım ötemde sıra sıra takı taşları toptancıları dururken yeterince ilgilenemedim, şimdi Ecem bilir, o gezdiğimiz rengarenk taşlarla süslü dükkanlar burnumda tütüyor. İstanbul 1- Esin 0 (aahaha tabi bu konularda)Keşke zamanında daha iyi değerlendirseymişim oraları, bol bol taş alsaymışım. Gerçi her şeyin bir zamanı var ve benim için bunun zamanı şimdiymiş.




Ah taşlar, rengarenk, desen desen, pırıl pırıl taşlar. Kendimi bildim bileli etkilemiştir beni doğal taşlar. Küçücük bir çocukken bile yerlerden, deniz kıyılarından, hatta okulumun bahçesindeki inşaat kumunun içinden toplardım hoşuma giden taşları. Hele en unutamadığım iki taş var, köydeki büyük teyzemin evindeki muhteşem taşlar. Görevleri odanın sürekli kapalı durmaya ayarlanmış tahta yeşil kapısını açık tutmaktı. Sanırım anneannemin dedesi madende çalışırken çıkarmış onları. Dokunma mı demişlerdi yoksa ben mi dokunmaktan çekinirdim bilemiyorum ama o eve her gitiğimde kapının yanına oturup o yanyana duran iki taşı seyrederdim orada geçirdiğimiz süre boyunca, her yıl orada beklerdi o taşlar. Birisi kuvars druzesiydi, diğeri bir daha hiçbir yerde benzerine rastlamadığım ne olduğunu da hala bilmediğim pırıl pırıl küçük aynacıklarla süslü rengarenk pürüzlü bir taştı. Teyzemin vefatından sonra görmedim o taşları bir daha atıldı mı, birisi mi aldı bilmiyorum ama ben almak isterdim.

Evde sabahtan akşama taşlarla takılarla uğraştığımı ve bunları yaparken ne kadar mutlu olduğumu gören ev halkı, bana bir iş buldu, bunları satsana dediler. Çeşitli fikirler geldi, "internetten sat", "küçük bir tezgah açalım sana" vs. vs. Ama satamam ki, kıyamam ki hiçbirine. Fabrikasyon yapmaya başlasam da böyle zevk alamam herhalde. Hem piyasada onca takıcı var birbirinden ilginç tasarımlarla. Ben kendi zevkime göre yapıyorum, basit, sade... süslemeye gerek yok ki zaten her bir taşın rengi, dokusu, enerjisi yeter. Onları arındırıyorum, yüklüyorum, programlıyorum her birini tek tek seviyorum. kardeşim "deli misin ne enerjisi ne programı diye gülüyor bana. Altı üstü taşmış. Hayır diyorum herbirinin kendi enerjisi, etki alanı var. Ona batıl inanç geliyor, "Bir taşın çevredeki enerjiy aldığına ya da yansıttığına gerçekten inanıyor musun diyor." benim yanıtım "sen yuvarlak insan yapımı bir objenin(CD)yazı, resim, film gibi her şeyi kaydettiğine inanmıyor musun, o CDlerde kullanılan hafızaya almasını sağlayan kuvars kristali:))"

10 Kasım 2010 Çarşamba

Hoşgeldin Hakan Rüzgar



Hoşgelmiş benim canım oğlum, Rüzgarım, bebeğim. Gelmiş de büyümüş bile. Artık Kırkımız doluyor, lohusalık dönemim bitiyor. Şöyle bir düşününce 40 gün değil de sanki 40 hafta gibi dolu dolu geçti. Her şey yeni, her şey farklı, her şey rüya gibiydi; hayatımın en inanılmaz, en muhteşem, en mutlu, en hüzünlü, en kaygılı, en değişik, en heyecanlı, en en bi’ 40 günü geride kaldı.

Anne oldum. Kendime; bu dönemde bana gelen enerjiye hala hayret ediyorum, uykum ağır, uyanamam diyordum, bebeğimin nefes alışı değişsin uyanıveriyorum. Doğumdan sonraki ilk üç-dört gün, neredeyse hiç uyumadım, yatıp dinlenmedim, öyle bir enerjiyle, güçle doluydum ki, uyumak zaman kaybı gibi geliyordu. Öyle güzel duygular, öyle değişik heyecanlar yaşıyordum ki uyuyarak yeni anneliğimin, bebeğimin tek bir anını bile kaçırmak istemiyordum. Sürekli ona bakmak, ona dokunmak, uyurken onu izlemek istiyordum, ya da hiçbir şey olmasa durup hastanede onunla ilk karşılaştığım, onu ilk kucağıma aldığım zamanları düşünüyordum, kafamda tekrar tekrar yaşadım o her anı. O hastanede geçen hayatım boyunca hep hatırlamak istediğim, muhteşem anları, rüya gibi, hayal gibiydi, gerçek üstüydü her şey, o yarım saatlik operasyon sırasında uyutulan ben başkası olmuş uyanmıştım sanki. Her ne kadar doğumum istediğim şekilde, planladığımız gibi olmasa da, her şey tahminlerden hızlı ve farklı gelişmiş olsa da, sonucu muhteşemdi.

Unutmamak için yazmalıyım her şeyi. Hiçbir anı, hiçbir detayı hiçbir zaman unutmak istemiyorum. Hamileliğimin ikinci üç ayı hep söyledikleri gibi çok güzel ve sorunsuz geçiyordu. Kolay doğum yapabilmek için araştırmalarım sonucu, bol bol yürüyerek, yüzerek, gezerek geçiriyordum günlerimi, bol bol temiz hava, temiz deniz vardı hayatımda. Normal doğum için her şey olması gerektiği gibi ilerliyordu, kesinlikle normal doğum istiyordum, her şeyin normal olmasını diliyordum, öyle de inanıyordum ki buna, kendime, bedenime öyle güveniyordum ki, alternatif bir gelişmeyi aklıma bile getirmiyordum. 9 ay 10 günün sonunda normal doğumla anne olacaktımJ Hatta enfeksiyon dolasıyla ve bebeğin erken aşağıya inmesi (ki doktor normaldir demişti) sebebiyle doktorumun tedbir olarak artık sadece dinlen demesine rağmen hala bir ayım var diye bebeğimin eşyalarını bile hazırlamamıştım, sırf o ihtimale kendimi kapatmak için belki de.

Ve o gün... Gayet keyifliydim, her şey normal gidiyordu çünkü, bol bol dinleniyordum, bebeğim hareketliydi, hayatımın en sağlıklı zamanlarını yaşıyordum, haftada bir iki kez balık, bol bol da babamın cevizlerinden yiyordum. Karnımda kasılmalar hissediyordum ama o da normaldi, ağrısızdı Brakston Hicks kasılmaları deniyordu araştırmış, her şeyi öğrenmiştim, içimi rahat tutuyordum. Evet o gün, 1 Ekim, rutin doktor kontrolümüz vardı. Evden çıkarken Uğur’a, dönüşte biraz alışveriş yapalım dedim, eksikleri tamamlayalım yavaş yavaş artık dedim. Ultrasona girdim, her şey hala normaldi, doktor kasılmaları sordu, normal dedim, ben bebeğin pozisyonunu sordum normal dedi, o an bile her şey normaldi, doğum normal mi diye sordum, doktor bakalım dedi ve işte o andan sonra her şey anormal bir şekilde değişmeye başladı. Doktor doğumun başlamış olduğunu ve normal doğum yapmamın mümkün olmadığını söyledi, kasılmalar doğum sancılarıymış, dediğim gibi ben sancı hissetmiyordum, ya acı eşiğim çok yüksekti, ya da bebek doktorun dediği gibi daha fazla aşağı inemiyordu. “Hemen sezeryan” dedi. HEMEN SEZERYAN, kelimeler beynimde anlamsızlaşıyordu, büyük bir hayal kırıklığı içindeydim, gözlerim yanıyordu, ağlamamak için direnmem de boşunaydı. Kafamdan binlerce soru ve sorun aynı anda geçiş töreni yapmaya başladı, ben hazır değilim, daha 1 ay vardı, bebek de hazır değildir, annem de hazır değil, eşyalar hazır değil, yarın bir bebeğim mi olacak, bir anda, olamaaaz... “Hemen olmaz” dedim doktora, ben iyiyim dedim, bir gün daha bekleyemez miyiz, şu anda bu pazarlık çok komik geliyor, doğum başlamıştı ve ben doktordan hazırlanmak için bir gün daha istiyordum; “ bebeğin eşyalarını yıkamadım, annem gelmedi, hemen olmak zorunda mı?” diye üsteledim, işin bence daha da komik tarafı doktorum da kabul etti, peki dedi, yarın sabaha ameliyat tarihi veriyorum dedi, bu geceyi geçirebilirsen diye de ekledi. 15 dakika gibi düzenli sürelerle gelen rahim kasılmalarım vardı ve ben ertesi sabah hazırlanıp gelmek üzere, normalde doğuma gidiyor olmam gereken bir durumda eve doğru gidiyordum. Büyük bir şok, stres, hayalkırıklığı, korku ve üzüntü içinde allakbullak bir haldeydim. Uğur beni rahatlatmaya çalışıyordu, her zamanki gibi başarıyordu da gerçi, ama korkumu yensem de üzüntümü yenemiyordum. Doğumun erken olmasından çok sezeryan olmasına üzülüyordum. Bu en beklemediğim haberdi. Bütün rollerden sıyrılıp anne olma aşamasına geçişin en doğal, en olması gerektiği şekilde olmasını istiyordum, bütün o anlatılan acıları her anını gerçek bir farkındalıkla yaşayacaktım, doğanın yoluydu bu, bütün hormonları olması gerektiği zamanda harekete geçiren, anneyi de bebeği de hazırlayan, büyüleyici bir süreçti. “uyuyup uyanıp” hiç bir şey hissetmeden nasıl anne olunurdu ki? Hem 8 kat karnın kesildikten sonra, nasıl bebeğinle ilgilenebilirdin ki, beyninde o uyuşturucunun etkisiyle yaşaman gereken duyguları nasıl yaşayabilirdin? Ama işte şimdi benim tercihimin, isteğimin hiçbir önemi yoktu, şu artık bana şehir efsanesi gibi gelen “çatı darlığı” hikayesi bir anda benim gerçeğim oldu.

O gece evde geçen zamanı da asla unutamayacağım: Bir elimde saat, bir elimde defter kalem kasılmaların arasında geçen süreyi tutuyorum, dakikalar gün gibi geçiyor, bir yandan da hamilelik kitaplarımdan doğum ve kasılma bilgilerini okuyorum. hala kasılmaların düzensiz olduğunu ispatlayıp, doktorun yanılmış olması umuduyla aralıkları gittikçe sıklaşan ve gayet düzenli gelen kasılmalarla yüzleşirken stresim ve korkum artıyor. Kitaplardaki gibi olmuyor hiçbir şey, su gelmedi, nişan gelmedi, acım, ağrım yok ama doğurmak üzereyim. Bebeğimi etkilemesin diye stres yapmamak için kendimi zorlamam da nafile, kafamı dağıtmak için tutkunu olduğum Dr. House’u izlemem de bir şeyi değiştirmiyor. Doldurduğum defterdeki süreler kısalıyor, kasılmalar 5 dakikaya kadar indi. Bebeğin yıkadığımız kıyafetleri nemden bir türlü kurumuyor. Telefonum da susmuyor; annem ve görümcelerim takip ve destekteler. Sağ salim sabah olacak mı diye düşünüyorum, gece 1 gibi nihayet bebek kıyafetlerini ütü faslına geçiyoruz, unutulmayacak anlar. Doğum çantası eksiklikler olsa da hazırlanıyor. O sırada en büyük destekçim, 2 yaşındaki bebeğiyle, hemen uçağa atlayan İlknur’un (Uğur’un ablası) gelmesiyle biraz rahatlıyorum, “gidin hastanede bekleyin sabahı” diyor. Daha da rahatlıyorum bu fikirle. Uğur’la hastaneye gidiyoruz, saat 2 civarı, niyetim geceyi ebelerin profesyonel desteğiyle güvende geçirerek, o anda yolda olan annemin de gelmesiyle, sabah doktorla kararlaştırdığımız şekilde ameliyata girmek. Hala bir ay var diye beklerken, ertesi gün bir anda anne olacağım fikrine alışmaya çalışıyorum. Ebe beni muayene ediyor ve ikinci bombayı patlatıyor “açılma 4 cm, sabahı beklersen bebek sıkışıp riske girebilir, sezeryan da zor olur. Şimdi bir doğumdan çıktık, bütün ekip hazır, hemen ameliyata alalım seni” diyor. Şok üstüne şok, Rüzgar’ın sabahı bile beklemeye niyeti yok. Ama nedense ben hala şansımı zorlamaya çalışıyorum, “annem gelicekti, doktorumu beklesem, bla bla...” ne kadar geciktirirsem o kadar kar sanıyordum herhalde, o anki psikolojimi çözemiyorum, belki heyecandan, korkudan saçmalıyordum. Allah’a binlerce şükürler olsun ki yanımdaki Uğur’du. Onun sakinliği ve her şeye rağmen anı yaşayabilme yeteneği, rahatlığı, bana ve olaylara yaklaşımı yine beni rahatlatıyor, güven veriyor. 2 Ekim geceyarısı 3 civarı yeşil ameliyat önlüğünü giyiyorum, ebenin pozitif enerjisiyle, bir anda bütün stresimden sıyrılıp kucağımda bebek kıyafetleri, çiş torbam ve dosyam tekerlekli sandalye üzerinde, içimde hala burukluk olsa da gülümseyerek anne olmaya gidiyorum. Ameliyathanenin soğukluğuna inat sıcak insanlardan oluşan bir ekip karşılıyor beni gecenin o saatinde. Doğru doğum doktorumu bulmak için o kadar araştırmanın, deneme yanılmanın ardından, beni anne yapacak doktorla, ameliyat masasına uzandığımda tanışıyorum, diğerlerinin hepsinden daha çok güven veriyor bana. Korkudan mı, soğuktan mı titrediğimi anlayamıyorum, birisi elimi tutuyor, narkozcu derin derin nefes al diyor, derin bir iki nefes alırken son gördüğüm şey, tam üzerimdeki devasa spot lambasına yansıyan kocaman karnım oluyor, sarı renkli soğuk antiseptik sıvıyla birisi tüm karnımı sarıya boyarken her şey kararıyor.

Büyük bir acıyla kendime geliyorum, daha doğrusu gelmeye çalışıyorum. Sedyedeyim ve Uğur’un beklediği odamıza getiriliyorum. Her şey sisli puslu bu noktadan itibaren.

O hastanede geçirdiğim iki gün çok gerçeküstü görünüyor şimdi. Belki psikolojik, hormonel, belki de aldığım ağrı kesici ilaçların etkisiyle büyük bir coşku içindeydim sürekli. Ayılmaya çalışırken, “bebeğim nasıl, oğlum iyi mi, nerde” diye sayıklıyormuşum, hatırlamıyorum. Kendime geldiğimde ise gördüğüm ilk şey, yatağımın yanındaki bebek yatağında yatmış, sakin sakin beni izleyen, hayatımda gördüğüm en bilgece bakan, en huzur veren iki gözdü, Rüzgardı. Onunla gözgöze geldiğim anda sezeryan da olsam, acım da olsa, uyuşmuş da olsam içimdeki bir boşluğun sımsıcak dolduğunu farkettim. Artık her şey çok farklı olacaktı. O ilk bakış yenidoğmuş bir bebeğin kör bakışları değil, görmüş geçirmiş bir ihtiyarın her şeyi bilen bakışlarıydı sanki. Belki de o an her şeyin bilgisine sahipti, sonradan unutmak üzere:)) bana öyle geldi. Bebekler ilk zamanlar göremez falan diyorlar ama o an Rüzgar direk gözlerimin içine öyle dolu bakarken buna inanmak çok zor. O bakışın fotoğrafı bile var. (10 dakikalık Rüzgar)



Evlilik hayatı insanı değiştirir derlerdi, bundan çok korkmuştum evlenirken, ama çok şükür evlilik hayatı beni pek değiştirmedi. Sanırım annelik değiştirecek. Eskiden konuşmak kolaydı; evhamlı, kontrolcü bir anne olmayacağım derdim. Bu 40 günde evhamlılık konusunda sınıfta kaldım sanırım, her şeyi kafama takar oldum, en küçük bir sivilceyi bile büyütüp sorun ediyorum, korkuyorum, elimde değil, o kadar minik ve savunmasız ki... Ve onu o kadar çok seviyorum ki...

11 Eylül 2010 Cumartesi

yeni bir dönem...

Uzun bir aradan sonra yeniden yazabiliyorum. İstanbul'dan taşınma, yeni evimize yerleşme işi tahminlerimden çook daha uzun ve meşekkatli bir süreç oldu. Bazen hem geç olmuş hem de güç olmuş hissine de kapıldım ama her şeye rağmen nihayet yeni evimize yerleşme aşaması tamamlandı diyebilirim. Bu süreçte belki de fiziksel olarak sınırları mı biraz fazla zorladığımı itiraf etmeliyim bu da bana “artık evi de yerleştirdiğime göre daha rahat gezebilirim” dönemimde hiçbir şey yapmadan yatarak dinlenmek zorundalığı olarak geri döndü. Gerçi bu haftaya kadar tabiki tek yaptığım ev yerleştirmek değildi, bir turist gibi bol bol gezdim, yüzdüm, gezdim, yüzdüm, tam da yapmak istediğim gibi, daha da gezecektim de bir takım enfeksiyonlar yüzünden bir haftadır evden çıkmadım ve sürekli yatar pozisyonda dinlenmek zorunda kaldım. Tembellik yapmanın da çok zevkli olduğunu hatta aslında tam benlik bir şey olduğunu bir kez daha anladım. Hele de bunu yaparken kimsenin bir şey diyemeyeceği, hatta büyük memnuniyetlerle tembelliğinizi destekleyip, daha da keyifli hale getirmeye çalışacakları kocaman bir mazretiniz de varsa... Beynim sanırım her şeyi karşılaştırarak değerlendirip anlamlandırma alışkanlığından vazgeçmeyecek. Aslında doğruyu söylemek gerekirse bu hiç de doğru değil, hiç de hoşuma gitmiyor. Ama sanırım düşünce sistemim başka türlü çalışmıyor. O yüzden şimdi de yeni evimi eski evimle karşılaştırarak anlatacağım. Periyodları değişse de hayatımda hep dönemler, devirler oldu. Ve her bir dönemi kapatıp diğerine geçtiğimde, arkamda bıraktığım devir; ne kadar zor, acılı, sıkıcı ya da o anki değerlendirmelerime göre anlamsız da olsa geriye dönüp baktığımda içime bambaşka duygular ve anlamlar doldurarak bir köşede her zaman kendine has renkleriyle, kokularıyla, sesleriyle, yüzleriyle bana gülümser, beni de gülümsetir. Şimdi İstanbul’da martı çığlıklarının eksik olmadığı o çatı katım bana gülümsüyor. Evet hayatımın İstanbul/Şişli dönemi de kapandı. Her ne kadar son dönemde koşarak kaçmış gibi olduysam da, o evimi de çok sevdim. Sadece o devir de miadını doldurmuştu. O eve misafir olarak ilk gittiğimde o kadar beğenmiştim ki bir gün orada yaşayacağımı hayal etmeme imkan bile olmayan bir zamanda öyle bir evimin olmasını dilemiştim. Küçüktü, evden çok ofise benziyordu, karanlıktı da ama nedense o dönemlerimde o evle aynı frekanstaydık. Sonraları diğer isteklerim gibi o da oldu. Osmanbey’deki, yüksek tavanlı, insanın girişte bile içini ürperten o eski ve ihtişamlı binanın misafir olarak gittiğim çatı katı bir gün geldi benim evim oldu. İyiki de olmuş. Küçüktü ama beni, dostlarımı, kedilerimi, ailemi yıllarca çok güzel ağırladı. Küçük olmasına rağmen gün geldi iki kedimizle birlikte bebekleri de olan üç aileyi aynı anda uyutabilecek kadar büyüdü de. Şimdi her şeyi o kendi rengindeki çerçevesinde izliyorum; sabahlara kadar arkadaşlarımızla oynadığımız oyunları, saatlerce süren samimi dost muhabbetlerini, çat kapı gelen güzel sürprizleri, gerekli gereksiz beliriveren tartışmaları, kasvetli apartman boşluğunu neşelendiren kuş seslerini, eve gelen işleri, projeleri, hayalleri, içkileri... Sabah kalktığımda akşamdan kalma boş içki şişelerinin ve sigara izmaritlerinin o zaman hiç hoşuma gitmeyen görüntü ve kokuları bile şimdi baktığımda duygularımda hoş bir tat bırakıyor. Hiç boş kalmayan, yatılı ya da çatkapı dostları hiç eksik olmayan kapısından girişindeki hoşgeldiniz diye gülümseyen suratlı, güle güle diye üzülen suratlı paspası her şeyi açıklayan muhabbet dolu bir evdi. Hala bir parça bizim, sonrasında kimlere yuva olacaksa dilerim onlara da iyi gelsin... Gelgelelim yeni evimize. Demek ki hayatımın o zamanlarına tamamen zıt bir dönemine giriyorum. Bu yeni evimiz eskisinin o küçük varlığı yokluğu belli olmayan pencerelerine nispet yaparcasına duvardan çok pencereye sahip, eski evin havari çatı katlığına inat bahçe zeminine oturmuş, yere sapasağlam basıyor. Onun küçüklüğü karşısında iki katıyla ve geniş odalarıyla bir dev gibi büyüyor. Onun karanlığını daha da yoğunlaştırırcasına aydınlık ve havadar. Martıları yok kedileri var. Şehrin tam göbeğinde, trafiğin içinde değil, merkeze uzak, kokusunu duyabileceğimiz kadar denize yakın. Kendi başına buyruk dev bir apartmanın küçük bir parçası değil, büyük bir sitenin göz önünde olan bir parçası. Evet henüz o küçük eski evimiz kadar dolu değil, geleni gideni çok yok ama olmasını diliyorum, olacağına inanıyorum. Hatta ilk misafirlerini daha bomboşken bile ağırladı ya, o zaman anladım. İstanbu'lun keşmekeş sokaklarında doğup, bir çatı katında büyüyen, yağmuru hiç tanımamış, bitkiyi ve toprağı evdeki saksılardan ibaret sanan kedilerimiz de çok mutlu. Portakal ve limon ağaçlarıyla süslü bahçemizde kedi olmanın tadını çıkarıyorlar. Eski evlerini aramak için kaçıp gitmediler de. Onlara da teşekkür etmeli, bu evi bulmamızda onların payını küçümseyemem, çünkü onlar olmasaydı bu kadar büyük ya da bahçeli bir evde ısrar etmeyebilirdim. Beklentilerimi daha küçük tutabilirdim. Ama şimdi bahçemdeki limon ağaçlarını suluyorum, bana hep tatili hatırlatan begonvillerle süslü sokaklara bakıyorum, bahçedeki yeni dostumuz kaplumbağayı keşfetmeye çalışan kedilerime gülümsüyorum, heyecanla bana neler getireceğini bilmediğim ama hayatımın bambaşka bir dönemine beni taşıyacak olan o günü bekliyorum.

6 Temmuz 2010 Salı

Adalya, Atalya, Talya, Alya, Antalya-1



"İnsan inandığı şeyler uğruna muhteşem hatalar yapar"mış bu söz son zamanlarda sık sık karşıma çıkar olmuştu. sözü açıklamaya gerek yok da, insanı istediği şey için karar verme işkencesinden biraz da olsa kurtarıyor sanki. Antalya'ya gelmeye karar vermek benim için, bir harita açıp, gözümü kapatıp parmağımın gösterdiği yere her şeyi göze alıp gitmekten pek de farklı değildi alınan risk açısından. Hele de en riske atılabilecek gibi duran sadece kendime karşı sorumlu olduğum onca zamanı değerlendirmeyip, gün be gün içimde büyümekte olan başka bir dünyanın sorumluluğunun da eklendiği bu dönemde...



Çocukluğumu saymazsak şehir olarak Antalya'nın merkezine 3 sene önce sadece bir kez gelmiştim ve Ağustos sıcağında gündüz evde uyuklayıp, gece konyaltı parklarını görebilmiştim. Antalya isminin büyüleyiciliği benim için, Kaş'tan, Kalkan'dan, Kemer'den, Side'den, Alanya'dan gelirdi. Okulda dalış yaptığım zamanlarda kış yaz demeden yılda defalarca buralara gelirdik. İzmit'ten cuma akşamı çıktığımız yolculuğumuz sabah güneşin ilk ışıklarıyla toroslara ulaşırdı. o zamanlarda içim kıpır kıpır gözlerimi bir an olsun kırpmadan tamamlardım yolculuğumun bu kısmını. Antalya tabelasını görür görmez bir mutluluk sarardı içimi dışımı, tuhaf bir huzur, anlaşılmaz anlatılmaz bir duygu yoğunluğu... Babam pek karışmadan Türkmen yörüklerinden geldiğimizi söylüyor. Yürüyüp, yürüyüp dağlarda, yaylalarda yerimizde durmazdık herhalde, belki de DNA'm tanıyordu bu dağları, belki de Toroslarda yürüyordu bir zamanlar büyük büyük büyük babalarımız, annelerimiz, gidip Balıkesir'in bir köyüne yerleşmeden çok önceleri. İşte bu bölgeye olan anlayamadığım, anlatamadığım tutkumu böyle bir fikirle anlamlandırmaya çalışıyorum bazen. Nedense bu düşünceme de inanıyorum canıgönülden. Damarlarıma kadar işlemiş olan göçebeliği, gezme tutkusunu sadece doğduğumdan beri bir kaç yılda bir şehir değiştirmek zorunda kaldığımız babamın mesleğine yüklemek beni çok da tatmin etmiyordu zaten.



Şimdiki durağım Antalya, belli mi olur belki ben de burayı seçerim yerleşik hayata geçmek için. Aslında henüz geleli bir ay oldu ve kesin yargılara varmak için çok erken. hele de burada yaşamış, yaşamamış herkesin sıcak ve nem uyarılarını henüz yaşamamışken. Sadece ilk izlenimlerimi anlatabilirim. Antalya'ya gelmeyi düşündüğümü söylediğimde çevremdeki kimse burası için duymak istediğim gibi güzel, motive edici şeyler söylemedi. Söylenen tek şey yazın dayanılmaz bir nem ve sıcaklık olduğu. Geldiğimden beri de ne zaman "Bugün sıcak oldu!" desem herkes kocaman sadist bir gülümsemeyle "daha bu ne ki... sen daha duur!... bunlar iyi zamanlar..." gibi sözler söylüyorlar. Tabi gözüm korkmadı değil, ama burda burayı hiç de sevmeyen o kadar insan gördüm, onlar sevmeden katlanıyorsa, ben de katlanırım. Evet ben sevdim Antalya'yı. Hem ben sıcağı da severim, denizi de, güneşi de... Sevmeyenler sıcak diyor, hiçbir şey yok(!?) diyor, her yer Rus diyor (doğru ama onlar da burayı seviyorsa kime ne ki! Alan razı veren razı:)...



Burasıyla ilgili bana ilk tuhaf gelen insanların iletişimsizlikleri. Bir bakkala girip selam verdiğinde adam selam vermek yerine tip tip yüzüne bakıyor, nereden tanışıyorduk acaba diye. Arabayla yayalara yol versen inanmıyor, hatta bir süre durup ne yaptığını anlamaya çalışır gibi sana bakıyorlar, geçmesi için yol verdiğini idrak ettiklerinde de ya durumun şokundan ya da buraya özgü tuhaflıklarından bir teşekkür etmeden, aheste aheste geçiyorlar karşıya. Trafikten bahsetmişken insanın inanasının gelmediği başka bir sosyal alışkanlık, trafikte en sağdaki araba aniden sola dönüyor, en soldaki sağa. Sanki ortak ehliyet aldıkları yer hepsine "eğer sağa döneceksiniz yolun soluna yanaşın ve tam dönüş anı geldiğinde sağa sinyal verip dönün" diye anlatmış kuralları. benim Trafik fobim olduğundan İstanbul'da araba kullanmak istemiyordum, Antalya'da kullanırım diyordum, burada beni bu konuda uyardıklarında çok güldüm, bana komik geldi, açıkçası inanmadım da, bir kişi iki ikişi bunu yapar neden çoğunluk böyle yapsındı ki, tesadüf aynı kişinin başına gelmiştir bir kaç kere, genellemiştir diye düşündüm önce, sonra bir kaç farklı kişiden duyunca şaşırdım. En sonunda da kırmızı ışıkta beklerken sağımdaki arabanın sola sinyal verdiğini, solda duranın sağa sinyal verdiğini bizzat görünce bu tuhaf sosyal yanlışa inandım. Bir de trafikteki araçların çoğu sanki nereye gideceğine henüz karar verememiş gibi yolda kararsız kararsız yalpalıyor, aniden fikir değiştiriyor, yolun ortasında duruyor, geri bile gidiyor. Sıcaktan mı acaba:)İstanbul ile karşılaştırınca yollar, caddeler geniş geniş, trafik yok, araba yok rahatlıktan mı acaba.



Henüz burayı İstanbulla karşılaştırarak değerlendirebilme huyumu bırakamadım. Mesela bana göre burada uzak diye bir yer yok, şimdilik. Şehir merkezinden insanlarla konuşurken "Lara'dan ev tuttuk" diyoruz tepkileri "ooo çok uzakmış oluyor" gülüyorum. 10-15 dakika sürüyor yol. Buradaki en uzak mesafe 15 dakika. Ama benim için henüz bu mesefaler çok yakın, yıllarca sabah akşam Küçükyalı'dan Levente gidip geldikten sonra, en yakın yere 20 dakikadan önce ulaşamadığım ya da 10 dakikalık yolda 2 saat geçirdiğim zamanlardan sonra, daha ucuz kira vermek için günün 4 saatini trafikte geçirmeye razı olanların şehrinden geldikten sonra şimdi evim trafiğin en yoğun olduğu zamanda şehir merkezine 10 dakika uzakta, uzaksa da ne mutlu bana:)



Evet Antalya'yı sevdim ben, olumsuz şeyler düşünmek istemiyorum. Akşam palmiyelerle süslü caddelerinde, deniz kenarındaki parklarında temiz havada yürüyüş yaparken insan anı yaşamaktan ve ne kadar şanslı olduğundan başka bir şey düşünemiyor zaten.




Bu arada dikkatimi çeken başka bir tuhaflık Antalya isim olarak Adalaya, Atalya, Talya gibi evrimlerden geçerek Antalya olmuş. İnsanlar da bunu güzel değerlendirmişler ticarethanelerinin yaratıcılığında. O yüzden yol boyunca bir çok tabelada bol bol bu isimlere rastlanıyor. Adalya teknoloji'den Adalya Kebapçısına, Talya Marketten, Talya Otel'e kadar. Fonotik olarak benim hoşuma gidiyor zaten, çok şirin bu yumuşak akıcı La'larıyla, ya'larıyla kulağa her devir neşeli gelmiş olan Antalya...

5 Temmuz 2010 Pazartesi

Cennette Tanrılarla...



Gözlerimin gerçek deniz mavisini bu kadar özlediğini farketmemiştim. Antalya'dan Olympos'a yol boyunca masmavi denizin görünebilen her bir damlasını gözlerimle içmek için başımı bir an olsun sağa bile çeviremedim. Antalya'yı dev kale duvarları gibi kuşatan, sadece bakmakla bile ululuklarıyla insanın içine derin ürpertiler yayan Toros dağlarının manzara ziyafetini dönüşe sakladım. kıyıya paralel uzan bu kocaman devlere bakıp kendini öyle küçük ve aciz hissederken insanların bir zamanlar tanrıların dağlarda yaşadıklarını düşünmelerine hak vermemek elde değil. Neyse yol boyunca yemyeşil çamların, makilerin arasından mavi bana ara ara göz kırptı ben de o mavi koyların hiçbir anını kaçırmadım.



yemyeşil ağaçların arasından kıvrıla kıvrıla inen 8 km'lik yolun sonlarına doğru narenciye bahçelerinin arasında sıra sıra dizilmiş pansiyonların, motellerin bizi karşılamasıyla denize yaklaştığımızı anladık ve bir süre sonra yıllardır hep duyduğum ama bir türlü gelmeye fırsat bulamadığım Olympos plajına ulaştık.



Buralarda insan gökyüzünün mü rengini denizden aldığını, denizin mi rengini gökyüzünden çaldığını karıştırır. Bu mavi ne şanslıdır ki hep en güzel manzaralarda en güzel yerleri hep kapmış. tabi buralardaki mavilerin böyle özel olmasında yeşilin cilveli bir sevgilği gibi kollarını açıp onu kocaman sarmasındaki etkisini görmezlikten gelemeyiz.



işte insan bu kutsi kucaklaşmanın, bu büyüleyici dansın tam ortasında bulunca kendini yaşadığını hissediyor bence. Yaşamak nefes alıp vermele sürüyorsa, nefes tam da bu koylarda alınır doyasıya, hem dee hiç geri vermemesiye. binlerce yıl boyunca dalgaların el emeği, göz nuru işlediği rengarenk yumuşacık taşların süslediği plajda uzanmış, renginde kaybolmuş denize, tanrıların en yüksek yamaçlarında kurulmuş bizi izlediğini düşlediğim dağlara bakarken Tanrıya, tanrılara, bu güzellikleri yaratan ve de benim bunları görmemi sağlayan büyük güce binlerce kez şükrettim. sonra kalktım kendimi ipek gibi saran, masmavi serinleten denizin kucağına attım ve sırtüstü yatıp, gözlerimi kapatıp, tüm evrenle, tüm kainatla, herkesle ve her şeyle bir olduğumu gerçekten hissettim. Tüm hücrelerimle çözüldüm, açıldım denize yayıldım su oldum,her nefesle hafifledim, gökyüzüne karıştım hava oldum. bir süre öylece kaldım, hiçbir şey düşünmeden, yorumlamadan, hissetmeden, göremeden öyleyece yattım.



Gezi Planımızda sırada görülecek Adrasan vardı. Olympos'tan sonra adını duyurmaya başlamış başka bir güzellik, başka bir gizli cennet. Daha bir yeşil, daha bir mavi değil ama daha az keşfedilmiş, daha sessiz sakin.



Canım kafa dengim kardeşimle geceyi burada bir pansiyonda geçirmeye karar verdik. güneş dağların arasından son kızıl ışıklarını da alıp çekip gidinceye kadar denizin keyfini çıkardık, rüzgar da bize eşlik etti bu saatlerde. tüm anlatılanlardan ve uyarılardan sonra haziran sonunda Antalya'da üşüdüğüm için sevindim. Güneş dünyanın bambaşka bir yerlerini aydınlatmak için gidip de hava iyice karardığında bambaşka bir güzellik gecemizi renklendirdi. Ufuğa baktığımızda sanki denizin içinden çıkıyormuş gibi kendini yavaş yavaş gösteren kıpkırmızı aydan gözlerimizi alamadık.





Eskiden böyle bir ortamda sahilde ateş yakan gençlerin içinde olurdum, şimdi şezlongta uzanmış, onların eğlencesini manzaramın ve dinlencemin bir parçası yapmış, karanlık denizde sessizce yakamozun ışık oyunlarını seyreden huzurlu kişi olmuştum. İkisi de yerine ve zamanına göre güzel tabi.



Ertesi gün antik kentleri gezmeyle devam edecek olan haftasonu sabahımıza dinlenmiş ve zinde başlamak için, kardeşimle yakomoz sahil keyifmizi çok uzatmadık ve fazla aramadan buluverdiğimiz çok tatlı bungalovumuzun yolunu tuttuk.





Her şey o kadar güzel giderken sabah gözlerimi biraz endişeli açtım. bu cennetler aklımı dünyevi işlerden okadar uzaklaştırmış ki, ertelememin imkanı olmayan bir doktor randevumun ertesi gün değil o gün olduğunu idrak ettim. Planlarımızı başka bir zamana erteleyip kısa ve serin bir deniz keyfinin ardından apar topar Antalya'ya dönüş yoluna düştük. hevesimiz kursağımızda kalsa da hala neşeliydim. Bir buçuk saatlik yolun ardından Antalya görününce mavi ve yeşillerin arasında içimi tatlı bir mutluluk kapladı.

Tatildeyim desem? değilim! Aslında bu yollar hep benim tatilimdi, sonu gelmeyecek gibi süren iş ve okul aralarında kaçıp sığındığım, dinlenip eğlendiğim, her zaman da özlediğim kasabaların, şehirlerin yollarıydı. Ama şimdi durum farklı burası artık benim yaşadığım şehir oldu. görünüşe göre uzunca bir süre de çalışamayacağım için şuanda tatildeyim denilmez.



Sanırım hayatım bu oldu artık benim, tatil şehrindeyim...

28 Haziran 2010 Pazartesi

Hoşçakal İstanbul!



Ben seni sevdim aslında, nasıl sevmem sen benim bu dünyaya merhaba dediğim, ilk gördüğüm, ilk kokladığım, dünyaya ilk dokunduğum şehirdin. Şehirlerin kraliçesi, sultanıydın. Senden uzak geçirdiğim yıllarda hep hayallerimi süsledin. Kocaman iki kıtanın birbirine sokulduğu, birbirine tatlı tatlı dokunduğu, birbiri içinde usulca eridiği en büyülü yerdin sen. Her şeye de sahiptin üstelik, binlerce yıllık yaşanmışlıklarla süslü tarih kokuluydu sokakların. Her uğradığımda gözlerimin içine bakan ve bir kıtadan bir kıtaya püfür püfür salındığım vapurlarda bana eşlik eden martıların vardı. Farklılıkların sıradanlaştığı caddelerin vardı kocaman. Herkese, her eğilime, her görünüşe, her akımın temsilcisine yetecek kadar da büyüktün sen. Her şarkıyı, her ritmi bilirdin, her dilde çalar söyler, her dinde dua ederdin. Herkese açıktı hep kolların, her hayale, her umuda, her çoşkuya, her koşana...



Ben seni öyle sevdimki kısa uğrayışlarımda gözlerim dolardı bir otobüs camında, bakarken üstünden geçip gittiğim boğazdan sana. Hatırlıyorum öyle bir geçip gitmedeydi kendime verdiğim söz, "bu şehir benim şehrim, ben burada yaşayacağım". Evet, ben tuttum kendime verdiğim sözü. Dile kolay tam yedi yıl sürüklendim peşinden. Sen en yabancılara bile bazen çok iyi davranırsın ki ben yabancı bile değildim, senin ellerine doğmuştum. Nedense bana iyi davranmadın, bana hiç iyi gelmedin, ya yaşlanmıştın, ya da zaman değiştirmişti seni. Umduğum gibi bulamadım seni; önce tarih kokun kayboldu egsoz dumanları arasında, sonra şarkıların sustu yerli yersiz sürekli çalan kornaların, bağırışıp çağırışan insan seslerinin arasında. Sonra da ben kaybettim kendimi metro iniş çıkışlarında, dört duvar aralarında. Artık ışıl ışıl yanan iki yakanı görünce gözlerim dolmuyordu kendi iki yakamı düşünmekten sıkış tıkış otobüs katlarında, en fazla herkes gibi benim de çatık kaşlı yüzüm yansıyordu boğaza. Boğazıma kadar trafiğe, taşa, işe gömülmüştüm. Seni görecek gözüm bile yoktu, ne eğlence çağrılarına yetecek enerjim, ne de kültürüne sanatına yetiştirecek zamanım ya da param da... Öylesine sırf yaşamak olsun diye yaşar olmuştum, işe gitmek için her gün katetiğim tükürüklerle işaretlenmiş aynı sokaklarında. Ben seni öyle sevmemiştim ki. Sen bana katlanacaktın, ben sana değil. Belki ben de bencildim ama sen benden de bencil çıktın iki bencil, iki telaşlı ruh yapamadık birlikte. Sonra kolayca bırakmadın da beni. Öylece toplayıp birkaç parça eşyamı bavuluma istediğim zaman çekip gitmeme de izin vermedin. Boğazıma kadar saplanmıştım sanki senin boğazına. Neyseki ben de pes etmedim. Hala daha beni kaçtığım bu uzaklıklardan çekip alıverceğin korkum vardı. Bu sabah uyandım akdenizin taze havasına ve nedense bu sabah inandım seninle işimizin gerçekten bittiğine.
Yine görüşelim ama, birbirimize sadece güzel yüzlerimizi göstereceğimiz kadar olsun görüşme sürelerimiz artık. Her şeye rağmen seninle çok şeyler paylaştık, bana çok güzel armağanların da oldu, yeri hiç dolmayacak dostluklar, hayata bakışımı, duruşumu kökünden değiştiren insanlar, deneyimler ve hayatımı paylaştığım kişi, ha bir de artık özgürce uçabileceğim... tüm bunları sana borçluyum evet. Bu borçlarımın karşılığında sana yıllar yılı senden aldıklarımla ördüğüm kozamı bırakıyorum, süsler püsler başkasına satarsın. Hakkını helal et, hoşçakal İstanbul!



Ha bir de seni seven çok dostum var orada, onlara iyi davran emi:))

Ve...

Haziran ayının sonu geldi. Antalya'dayım, her şeye, herkese, hatta en başta kendime rağmen en sonunda özgürlüğüme, denizime, güneşime, güneyime kavuştum. Mutluyum. Haziranın sonu geldi ve burada herkes biraz şaşkın "ilk kez bu tarihte havalar böyle" diyor. Havalar çok güzel, dün sağnak yağmur vardı, üşüdüm biraz. Penceremden yağmuru seyrettim, ıslak toprak kokusunu içime çektim. Çok değil bir ay öncesine kadar her günümü, saatlerimi yıllarca çaresizce karşısında geçirdiğim başka bir pencereyi hatırladım, masamda bana günboyu eşlik eden,büyüleyici rengiyle o karışıklıkta içimi aydınlatan, komşu menekşeyi kıskançlığından yıl boyunca durmadan çiçek açan menekşemi de hatırladım, biraz buruk gülümsedim. Taş yığınlarının arasından akan metal yığınlarının süslediği puslu Boğaz Köprüsü manzarama, o manzarada hiç durmadan yeni taşlar ören dev vinçlere son kez veda ettim. Evet sonunda bu gün kurtuldum ben galiba:))