11 Eylül 2010 Cumartesi

yeni bir dönem...

Uzun bir aradan sonra yeniden yazabiliyorum. İstanbul'dan taşınma, yeni evimize yerleşme işi tahminlerimden çook daha uzun ve meşekkatli bir süreç oldu. Bazen hem geç olmuş hem de güç olmuş hissine de kapıldım ama her şeye rağmen nihayet yeni evimize yerleşme aşaması tamamlandı diyebilirim. Bu süreçte belki de fiziksel olarak sınırları mı biraz fazla zorladığımı itiraf etmeliyim bu da bana “artık evi de yerleştirdiğime göre daha rahat gezebilirim” dönemimde hiçbir şey yapmadan yatarak dinlenmek zorundalığı olarak geri döndü. Gerçi bu haftaya kadar tabiki tek yaptığım ev yerleştirmek değildi, bir turist gibi bol bol gezdim, yüzdüm, gezdim, yüzdüm, tam da yapmak istediğim gibi, daha da gezecektim de bir takım enfeksiyonlar yüzünden bir haftadır evden çıkmadım ve sürekli yatar pozisyonda dinlenmek zorunda kaldım. Tembellik yapmanın da çok zevkli olduğunu hatta aslında tam benlik bir şey olduğunu bir kez daha anladım. Hele de bunu yaparken kimsenin bir şey diyemeyeceği, hatta büyük memnuniyetlerle tembelliğinizi destekleyip, daha da keyifli hale getirmeye çalışacakları kocaman bir mazretiniz de varsa... Beynim sanırım her şeyi karşılaştırarak değerlendirip anlamlandırma alışkanlığından vazgeçmeyecek. Aslında doğruyu söylemek gerekirse bu hiç de doğru değil, hiç de hoşuma gitmiyor. Ama sanırım düşünce sistemim başka türlü çalışmıyor. O yüzden şimdi de yeni evimi eski evimle karşılaştırarak anlatacağım. Periyodları değişse de hayatımda hep dönemler, devirler oldu. Ve her bir dönemi kapatıp diğerine geçtiğimde, arkamda bıraktığım devir; ne kadar zor, acılı, sıkıcı ya da o anki değerlendirmelerime göre anlamsız da olsa geriye dönüp baktığımda içime bambaşka duygular ve anlamlar doldurarak bir köşede her zaman kendine has renkleriyle, kokularıyla, sesleriyle, yüzleriyle bana gülümser, beni de gülümsetir. Şimdi İstanbul’da martı çığlıklarının eksik olmadığı o çatı katım bana gülümsüyor. Evet hayatımın İstanbul/Şişli dönemi de kapandı. Her ne kadar son dönemde koşarak kaçmış gibi olduysam da, o evimi de çok sevdim. Sadece o devir de miadını doldurmuştu. O eve misafir olarak ilk gittiğimde o kadar beğenmiştim ki bir gün orada yaşayacağımı hayal etmeme imkan bile olmayan bir zamanda öyle bir evimin olmasını dilemiştim. Küçüktü, evden çok ofise benziyordu, karanlıktı da ama nedense o dönemlerimde o evle aynı frekanstaydık. Sonraları diğer isteklerim gibi o da oldu. Osmanbey’deki, yüksek tavanlı, insanın girişte bile içini ürperten o eski ve ihtişamlı binanın misafir olarak gittiğim çatı katı bir gün geldi benim evim oldu. İyiki de olmuş. Küçüktü ama beni, dostlarımı, kedilerimi, ailemi yıllarca çok güzel ağırladı. Küçük olmasına rağmen gün geldi iki kedimizle birlikte bebekleri de olan üç aileyi aynı anda uyutabilecek kadar büyüdü de. Şimdi her şeyi o kendi rengindeki çerçevesinde izliyorum; sabahlara kadar arkadaşlarımızla oynadığımız oyunları, saatlerce süren samimi dost muhabbetlerini, çat kapı gelen güzel sürprizleri, gerekli gereksiz beliriveren tartışmaları, kasvetli apartman boşluğunu neşelendiren kuş seslerini, eve gelen işleri, projeleri, hayalleri, içkileri... Sabah kalktığımda akşamdan kalma boş içki şişelerinin ve sigara izmaritlerinin o zaman hiç hoşuma gitmeyen görüntü ve kokuları bile şimdi baktığımda duygularımda hoş bir tat bırakıyor. Hiç boş kalmayan, yatılı ya da çatkapı dostları hiç eksik olmayan kapısından girişindeki hoşgeldiniz diye gülümseyen suratlı, güle güle diye üzülen suratlı paspası her şeyi açıklayan muhabbet dolu bir evdi. Hala bir parça bizim, sonrasında kimlere yuva olacaksa dilerim onlara da iyi gelsin... Gelgelelim yeni evimize. Demek ki hayatımın o zamanlarına tamamen zıt bir dönemine giriyorum. Bu yeni evimiz eskisinin o küçük varlığı yokluğu belli olmayan pencerelerine nispet yaparcasına duvardan çok pencereye sahip, eski evin havari çatı katlığına inat bahçe zeminine oturmuş, yere sapasağlam basıyor. Onun küçüklüğü karşısında iki katıyla ve geniş odalarıyla bir dev gibi büyüyor. Onun karanlığını daha da yoğunlaştırırcasına aydınlık ve havadar. Martıları yok kedileri var. Şehrin tam göbeğinde, trafiğin içinde değil, merkeze uzak, kokusunu duyabileceğimiz kadar denize yakın. Kendi başına buyruk dev bir apartmanın küçük bir parçası değil, büyük bir sitenin göz önünde olan bir parçası. Evet henüz o küçük eski evimiz kadar dolu değil, geleni gideni çok yok ama olmasını diliyorum, olacağına inanıyorum. Hatta ilk misafirlerini daha bomboşken bile ağırladı ya, o zaman anladım. İstanbu'lun keşmekeş sokaklarında doğup, bir çatı katında büyüyen, yağmuru hiç tanımamış, bitkiyi ve toprağı evdeki saksılardan ibaret sanan kedilerimiz de çok mutlu. Portakal ve limon ağaçlarıyla süslü bahçemizde kedi olmanın tadını çıkarıyorlar. Eski evlerini aramak için kaçıp gitmediler de. Onlara da teşekkür etmeli, bu evi bulmamızda onların payını küçümseyemem, çünkü onlar olmasaydı bu kadar büyük ya da bahçeli bir evde ısrar etmeyebilirdim. Beklentilerimi daha küçük tutabilirdim. Ama şimdi bahçemdeki limon ağaçlarını suluyorum, bana hep tatili hatırlatan begonvillerle süslü sokaklara bakıyorum, bahçedeki yeni dostumuz kaplumbağayı keşfetmeye çalışan kedilerime gülümsüyorum, heyecanla bana neler getireceğini bilmediğim ama hayatımın bambaşka bir dönemine beni taşıyacak olan o günü bekliyorum.

2 yorum:

  1. Her şey süper görünüyor Esiiiin!cennete yaşamak bu! yemyeşil her yer, deniz, kumsal, ağaçlar, süperr!! yeni yaşamında minik ailenizle mutluluklar. Artık buradan takip başlıyor, rüzgar'ın da fotolarını bekliyoruz..

    Mazot kokulu İstanbul'dan sevgielr :)

    YanıtlaSil
  2. Çok teşekkürleer, her şey çok güzel evet, bu kış günlerinde ben giremesem de denize girenleri seyrederken, her gün doyasıya güneşin tadını çıkarırken iyi ki bu kararı vermişiz diyorum. Darısı başınıza:))
    Mazot kokulu İstanbul'u değil ama. Efes kokulu dost muhabbetlerini, sizleri özlüyorum çok:)en kısa zamanda da buraya bekliyorum sizi...

    YanıtlaSil